Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904’te, İstanbul Çemberlitaş’taki konakta, Mediha Hanım ve Abdülbaki Fazıl Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona, büyükbabası Necip Efendi’den mütevellit “Ahmet Necip” adını verdi.
Necip Efendi, bir zamanlar Halep Vilayetine bağlı bir sancak olan Maraş’ın Müftüsüydü. Halep valisi Salim Paşa, bir gün Maraş’a geldiğinde onu Necip Efendi konağında ağırladı. Zekâsına ve terbiyesine hayran kaldığı oğlu Mehmet Hilmi Efendi’yi babasını ikna ederek yanında İstanbul’a götürdü. Burada yüksek tahsil yapan Mehmet Hilmi Efendi iyi konumlara geldi ve ardından Salim Paşa’nın kızı Zafer Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Necip Fazıl’ın babası Abdülbaki Fazıl Bey geldi dünyaya. Çemberlitaş’taki bu konak köklenecek, bir gün Necip Fazıl da işte burada açacaktı dünyaya gözlerini. Böylesine köklü, kalabalık ve varlıklı bir aileye doğmuştu işte.
Necip doğduğunda babası bir hukuk öğrencisiydi. Daha sonraki yıllarda Bursa’da Âzâ Mülazımlığı, Gebze Savcılığı ve Kadıköy Hakimliği görevlerinde bulundu. Annesi Mediha Hanım ise, ailesinin tek çocuğuydu.
Bir konakta doğduğundan şanslıydı Necip. Dedesi, ninesi herkes bir arada büyük bir ailenin içindeydi. Ancak 15’ine varana kadar önemli hastalıklarla boğuşacaktı. Bir yandan da çok yaramaz, ele avuca sığmazdı Necip.
Yerinde duramayan bu haşarı çocuk, bir gün kireci kaymak zannedip yiyerek ecel terleri döktürürken, bir gün denize düşüp boğulma tehlikesi geçirerek yürekleri ağızlara getiriyordu. Bir gün de kendisine ömürlük iz bırakacak bir yaramazlığa yeltendi. Babasının arabası tamir ediliyordu ve Necip neyin merakına düştüyse eğilip tekerin altına kafasını soktu. Bir kez daha ölümün kıyısından dönmüştü. Alnına bir yarık açmış, ömürlük mührünü kondurmuştu.
Okumayı ona dedesi öğretti. Çok geçmeden Necip tutkulu bir okuyucu haline geldi. Hatta sabahlara kadar okuma alışkanlığı ona bugünlerden miras kalacaktı.