MANEVİYAT İKLİMİNDE BİLİNÇ İNŞASI
Yüce Allah, insanı en güzel biçimde yaratmış, maddi manevi nimetlerle donatmış ve ona fıtratına uygun birtakım yükümlülükler tevdi ederek dünyaya göndermiştir. Esasen ilk olarak cennette başlayan insanın hayat yolculuğu, fıtratındaki bazı eğilimlerin tebarüz etmesine sebep olan bir sınamanın ardından yeryüzüne taşınmış ve yeni bir boyut kazanmıştır.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Âdem’in (a.s.) ve neslinin cennetten çıkarılmasına sebebiyet veren en temel eğilimin ölümsüzlük arzusu olduğuna işaret etmektedir. Şeytanın, “Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?” (Taha, 20/120.) diyerek insanı kandırmaya çalıştığını ifade eden ayet-i kerime, ölümsüzlük düşüncesinin insanoğlunun fıtratındaki kadim bir gerçek olduğuna dikkat çekmektedir. Zaman zaman dünyevi olana tamah etme ve dünyaya aşırı meyletme şeklinde kendini gösteren bu düşünce, geçmişten bugüne insanın hayat yolculuğunda daima belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. “İçlerinde ebedî yaşama ümidiyle sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?” (Şuara, 26/129.) ayetiyle söz konusu gerçekliği gözler önüne seren Kur’an-ı Kerim, bütün yönleriyle geçici olan bir âlemde bu beklentinin karşılanmasının, bu arzunun gerçeklik bulmasının mümkün olmadığına vurgu yapmaktadır. Nitekim pek çok ayette göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin, kendilerine takdir edilen sınırlı sürenin dolmasıyla yok olacağı bildirilmekte; hayatın dünyevi boyutunu sona erdirecek dehşetli bir günün ardından yeni bir boyut olarak ahiret hayatının başlayacağı haber verilmektedir. “Dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur.” (Ankebut, 29/64.) ilahi fermanı da insanoğlunun aradığı nihai karargâhın ahiret olduğunu göstermektedir.
Ahiret, Kur’an-ı Kerim’de tevhid ve nübüvvetle birlikte üzerinde en fazla durulan üç temel konudan biridir. Birçok ayetinde geçici dünya hayatının, ebedî olan ahiret için hazırlık alanı olduğunu vurgulayan Kur’an-ı Kerim, aslında insanın fıtratındaki ölümsüzlük düşüncesinin ancak hayatın uhrevi boyutunda mümkün 4 Aylık Dergi | Mart 2024 BAŞYAZI olacağına dair bir bilinç oluşturmayı hedeflemektedir. Zira böyle bir bilinç, insanın bu dünyadaki varlığına anlam, hayatına gaye kazandırarak sorumluluk duygusunu pekiştirecek ve dünya ile ahiret arasındaki dengeyi gözetmesini sağlayacak güçlü bir etkendir. Ölümle nihayete ermeyen sonsuz bir hayat inancı, her şeyden önce insanın mutlak manada yok olmayacağını, arzuladığı sonsuzluğa ulaşacağını müjdelemektedir.
İslam inanç esasları arasında önemli bir yere sahip olan ahiret inancının, Kur’an-ı Kerim’de genellikle birlikte zikredildiği Allah’a iman ile arasında son derece güçlü bir bağ vardır. Kişinin ahirete iman etmesi, onun varlığını haber veren Allah’a iman etmesi anlamına geleceği gibi ahireti inkâr etmesi de Allah’ı inkâr anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ahirete iman etmiş bir mümin, varlığının, hayatının, tavır ve davranışlarının nihai hedefine Allah’ın rızasını kazanmayı koymuş; bu anlamda Cenab-ı Hak ile bir sözleşme yapmış demektir. Hiç şüphesiz bu sözleşmeye sadık kalanlar, kendi iradelerini Allah’ın rızası ve emirleri doğrultusunda kullanmaları sebebiyle arzuladıkları ebedî hayata mutlaka kavuşacaklardır. Buna mukabil ahdine sadık kalmayıp hayatı bu dünyadan ibaret görerek bütün beklentilerini ve planlarını buraya hasredenler ise hayatın uhrevi ve gerçek boyutunda sonsuz bir azapla karşılaşacaklardır. Bu yönüyle hesap verme bilincini canlı tutan ahiret inancı, büyük mahkemenin kurulacağı o dehşetli günde hesabını veremeyeceği söz, fiil, tutum ve tavırlardan insanı uzaklaştırmakta ve ebedî huzura kavuşturacak bir hayat yaşamasını temin etmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de “Akıllı kişi, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır…” (Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyame, 25.) hadis-i şerifiyle herkesi kendi vicdanıyla yüzleşmeye, maziden hâle hayatın muhasebesini yaparak güzel bir istikbal için çalışmaya davet etmektedir.
NOT: Bu yazı 2024 Yılı Mart Ayı “Ramazan ve Ahiret Bilinci” temalı Diyanet Aylık Dergide bulunan ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş tarafından kaleme alınan “Maneviyat İkliminde Bilinç İnşası” başlıklı makaleden alıntı yapılmıştır.
SAHABE HAYATI
MUS‘AB b. UMEYR
Kureyş’in ana kollarından, Câhiliye devrinde sidâne ve hicâbe görevleriyle kabilenin sancaktarlığını yürüten Benî Abdüddâr’a mensup zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk müminlerden biriydi; ancak Resûl-i Ekrem’in peygamberliğine şiddetle karşı çıkan ailesinin buna izin vermeyeceğini bildiğinden onun yanına bir süre gizlice gidip geldi ve namazlarını da gizli kıldı. Durumu öğrenilince hayatında zor bir dönem başladı. Babası ve annesi onu müslüman olduğu için hapsettiler ve yolundan dönmesi için çeşitli baskılar yaptılar, fakat dininden vazgeçiremediler. Mus‘ab, peygamberliğin beşinci yılında ilk kafile ile Habeşistan’a hicret etti. Bir süre sonra Mekke ileri gelenlerinden bazılarının İslâm’a girdiği yolunda yanlış bir haber duyulunca otuz sekiz kişiyle birlikte geri döndü ve Birinci Akabe Biatı’na kadar (621) Mekke’de kaldı. Bu tarihte Resûl-i Ekrem, Medineliler’in isteğiyle onu İslâm tarihinin ilk muallimi olarak görevlendirdi; bu sebeple Medine’ye ilk hicret eden sahâbî olarak da kabul edilir. Es‘ad b. Zürâre’nin evinde kalan ve onun desteğiyle verimli bir çalışma yürüten Mus‘ab, Hz. Peygamber’in tebliğ tarzını çok iyi kavraması, Kur’ân-ı Kerîm’den o zamana kadar inmiş âyetleri ezbere bilmesi ve etkili konuşmasıyla Üseyd b. Hudayr ve Sa‘d b. Muâz gibi tanınmış şahsiyetlerin ihtida etmesini sağladı; Medine’de Es‘ad b. Zürâre ile birlikte cuma ve vakit namazlarını kıldırdı. 622 yılının hac mevsiminde ikisi kadın yetmiş beş kişiyle Mekke’ye geldi ve Resûlullah’a bir yıl içinde yaptığı tebliğ faaliyetini anlatarak onun takdirini kazandı. Medine’ye hicretin başlangıcı olan İkinci Akabe Biatı’nın hazırlanması ve gerçekleştirilmesinde önemli görev yapan Mus‘ab üç ay daha Mekke’de kalıp geri döndü.
Hicretten sonra Resûl-i Ekrem onu muhacirlerden Sa‘d b. Ebû Vakkās, ensardan Ebû Eyyûb el-Ensârî ile kardeş yaptı ve kabilesinin geleneğine uyarak Bedir’de muhacirlerin, Uhud’da bütün müslümanların sancağını onun taşımasına izin verdi. Uhud Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmayıp sancaktarlık görevini yerine getiren Mus‘ab, Resûl-i Ekrem’i yaralayan İbn Kamîe’nin kılıç darbeleriyle her iki eli de kesilince sancağı kollarıyla göğsüne bastırarak dik tutmaya çalışırken yine onun mızrağıyla şehid düştü. Savaştan sonra şehidler defnedilirken Hz. Peygamber, yoksul bir kıyafet içindeki Mus‘ab’ı yanındakilere göstererek onun bir zamanlar en güzel elbiseleri giydiğini, en güzel yemekleri yediğini, fakat Allah ve resulünün sevgisini her şeye tercih ettiğini söyledi. Ardından, “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice kişiler vardır. Onlardan bazısı sözünü yerine getirip o yolda canını vermiş, bazısı da -şehidliği- beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde -sözlerini- değiştirmemişlerdir” meâlindeki âyeti (el-Ahzâb 33/23) okudu. Sahâbîler, daha sonraki dönemlerde bolluk ve refah içinde yaşadıkları zamanlarda daima Mus‘ab’ı anmışlardır. Bunlardan Habbâb b. Eret, Mekke’den Medine’ye dünyevî menfaatler için değil Allah rızâsı için hicret ettiklerini, fakat Allah Teâlâ’nın kendilerine dünya nimetlerini de verdiğini, Mus‘ab b. Umeyr gibi arkadaşlarının bu nimetlerden hiçbir şey tatmadan âhirete intikal ettiklerini belirttikten sonra Uhud’da şehid olduğu gün onu saracak bir kefen bulamadıklarını, bedenini hırkasıyla örtmeye çalıştıklarında başına çekince ayaklarının, ayaklarına çekince başının açıldığını, sonunda başını örttüklerini, ayaklarının üstüne de kokulu bir ot demeti koyduklarını söylemiştir (Buhârî, “Cenâʾiz”, 27, “Meġāzî”, 17, 26; Müslim, “Cenâʾiz”, 44). Mus‘abü’l-hayr diye de anılan Mus‘ab, ümmü’l-mü’minîn Zeyneb bint Cahş’ın kız kardeşi Hamne ile evliydi.
FIKIH (BİR SORU-BİR CEVAP)
Ramazan’da oruçluyken yolculuğa çıkan kimse, yolculuk sebebi ile orucunu bozarsa ne gerekir?
Ramazan’da sefer mesafesi (en az doksan km) kadar bir yere gitmek için yola çıkacak olan kimse, geceden oruca niyet etmeyebilir. Fakat niyet ettikten sonra gündüz yolculuğa çıksa bu yolculuk esnasında meşru başka bir mazereti bulunmazsa orucunu bozmamalıdır. Başlanan bir ibadetin mazeret yoksa tamamlanması gerekir. Buna rağmen sefer bir mazeret olduğu için kişi orucunu seferîliği başladıktan sonra bozarsa kendisine keffâret gerekmeyip sadece kaza gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/421-424). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mekke’nin fethi için sefere çıktığında oruçlu iken, Kedîd denilen yere varınca orucunu bozması (Buhârî, Savm, 34 [1944]; Müslim, Sıyâm, 88 [1113]) savaş şartlarının gereği olarak değerlendirilebilir.
Din İşleri Yüksek Kurulu 12.07.2017
HER GÜNE BİR KİTAP
KİTAP ADI : Peygamberler Tarihi
KİTABIN YAZARI : M. Asım Köksal
YAYINEVİ : Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok sûre ve âyetinde Peygamber Efendimizden (s.a.s.) ve ondan önceki peygamberlerden bazılarının kıssaları -ders ve ibret alınmak üzere- anılmaktadır. İlk peygamber Hz. Âdem’den (a.s.) son peygamber Hz. Peygamber’e (s.a.s.) kadar Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen tüm peygamberlere dair merak ettiğiniz her şey bu eserde. Peygamberlerin soyları, hayat ve şahsiyetleri, üstün kişilikleri, gönderildikleri kavimlere neler tebliğ ettikleri, nasıl karşılandıkları, kavimlerinin tutum ve davranışlarına göre ne gibi akıbetlere uğradıkları tek tek kaynaklara dayandırılarak açıklanmış. Bu eser, peygamberlik ve peygamberlere dair çok yönlü bilgi edinmek isteyen herkesin başvuracağı bir kaynak kitap.
BİR AYET BİR HADİS
“Kim âhiret kazancını isterse onun bu kazancını arttırırız; kim dünya kazancını tercih ederse ona da bundan veririz; ama onun âhirette hiçbir nasibi olmaz.” (Şura, 42/20)
Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden, komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden, misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe iman eden, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 3.)