Malazgirt Meydan Muharebesi: 26 Ağustos 1071 tarihinde Büyük Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan ile Bizans Hükümdarı Romen Diyojen arasında Alp Arslan’ın kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. Türklere Anadolu’nun kapılarını açan muharebedir.
Sakarya Meydan Muharebesi: 22 Ağustos- 13 Eylül 1921
Büyük Taarruz: 26 Ağustos 1922
30 Ağustos 1922 Dumlupınar Başkumandanlık Meydan Muharebesi ve Zaferi.
Sakarya Meydan Muharebesi’ni, Büyük Taarruzu, Dumlupınar Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ni ve Zaferini Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılında sunduğu, belgeleri ve ayrıntılarıyla aktarmış ve değerlendirmiş olduğu NUTKU’NUN bazı bölümlerinden aktaramaya çalışacağım.
SAKARYA MEYDAN SAVAŞI
“… Saygıdeğer Efendiler, olayları Sakarya Meydan Savaşına getirmek istiyorum. Fakat bunu için izin verirseniz, ufak bir giriş yapacağım. İkinci İnönü Savaşından sonra üç ay kadar bir zaman geçti. Ondan sonra 10 Temmuz 1921 günü, yunan ordusu yeniden cephemize genel saldırıya girişti…”
“… Yunanlıların bu saldırısı ile başlayan ve Kütahya Eskişehir savaşları adıyla anılan bir sıra savaş vardır. Bunlar on beş gün sürmüştür. Ordumuz 25 Temmuz 1921 akşamı büyük bölümüyle Sakarya’nın doğusuna çekilmişti. Ordumuzu çekilmek zorunda bırakan nedenlerin temellerine değineceğim:
İkinci İnönü savaşından sonra genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makinalı tüfek ve top sayısı bakımından ordumuzdan önemli ölçüde üstündü. Temmuz’da Yunan ordusu saldırıya zaman ulusal hükümetin durumu ve ulusal hareketin gelişmesi, bizim genel seferberlik ilan ederek, bütün kaynak ve imkânlarını, başka bir şey düşünmeden düşman karşısında toplamaya daha uygun ve yeterli görülmemişti.
İki ordu arasındaki kuvvet, araç ver koşulların oransızlığının elle tutulur başlıca sebebi budur. Bunun sonucu olarak biz, daha tümenlerimizin ulaşım araçlarını bile tamamlayamadığımızdan, bunların hareket güçleri yoktu. Yunan ulusunun bütün kuvvetiyle yaptığı bu saldırı karşı, bizim askerlik bakımından asıl görevimiz, ulusal mücadelenin başından beri yürüte geldiğimiz görevdi ki, o da, her Yunan saldırısı karşısında kaldıkça, bu saldırı direnerek ve uygun hareketler yaparak durdurup etkisiz bırakmak ve yeni orduyu kurmak için zaman kazanmak şeklinde özetlenebilir. Son düşman saldırısı karşısında da, bu temel görevi gözden uzak tutmamak şarttı. Bu düşünceyle, 18 Temmuz1921 günü, İsmet Paşa’nın (İsmet İnönü) Eskişehir’in güney batısında, Karacahisar’da bulunan karargâhına giderek, durumu yakından inceledikten sonra, İsmet Paşa’ya genel olarak şu yönergeyi vermiştim: “ Orduyu, Eskişehir’in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla aramızda büyük bir açıklık bırakmak gerekir ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir. Düşman hiç durmadan izlerse, hareket üstünden uzaklaşacak ve yeniden menzil hatları kurmaya zorunlu olacak.
Herhalde beklemediği birçok güçlüklerle karşılaşacak; buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha uygun koşullara sahip olacaktır. Bu şekilde çekilişimizin en büyük sakıncası Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Fakat kısa zamanda elde edebileceğimiz başarı sonuçlarla, bu sakıncaları kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulayalım. Başka türden sakıncalara karşı koyabiliriz. “ ordunun başına geçmemi isteyenler”
Efendiler, gerçekten de tahmin ettiğim manevi sarsıntı kendini gösterdi. İlk duyarlılık Melis’te belirdi. Özellikle muhalifler kötümser nutuklarla feryada başladılar “ Ordu nereye gidiyor; ulus nereye götürülüyor? Bu gidişin elbette bir sorumlu vardır; o nerededir? Onu göremiyoruz. Bugünkü acıklı ve korkunç durumun asıl sorumlusunu ordunun başında görmek “isterdik” diyorlardı.
Bu anlamda sözler söyleyenlerin dolaylı yoldan kastettikleri şahısın ben olduğuma kuşku yoktu!!!
“… Benim fiilen Başkomutanlığı üzerime alam, bütün mecliste son çare ve son önlem olarak görüldü. Meclisin bu görüşü çabucak Meclis dışında da yayıldı. Benim ses çıkarmayışım adeta felaketin kesin ve yakın olduğu düşünce ve inancını yaygın bir duruma getirdi. Bunu anlar anlamaz hemen kürsiye çıktım.
Efendiler, bu anlattığım durum, 4 Ağustos 1921 günü bir gizli oturumda geçiyordu. Üyelerin bana karşı gösterdikleri yakınlık ve güvene teşekkür ettikten sonra, Başkanlık makamına şöyle bir önerge verdim:
Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüce Başkanlığı’na Meclisin sayın üyelerinin genel olarak beliren istek ve talepleri üzerine, Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi şahsen üzerime almaktan doğacak yararları en yüksek hızla elde edebilmek, ordunun maddi ve manevi gücünü en kısa zamanda arttırıp en yüksek seviyeye çıkarmak, sevk ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sahip olduğu yetkileri, fiilen kullanmak koşuluyla üzerime alıyorum. Ömrüm boyunc, ulusal egemenliğin en sadık bir kulu olduğumu ulusa bir defa daha gösterebilmek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle sınırlandırılmasını ayrıca talep ederim. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal…”
“… Yasa önerisi o gün açık oturumda okudu. Öncelikle görüşüldü ve ant okunarak onaylandı. Oy birliği ile kabul edildi. Bunun üzerine yaptığım kısa bir konuşmanın bir iki cümlesini tekrar eteme izin vermenizi rica edeceğim. O cümleler şunlardı. “Efendiler, zavallı ulusumuzu esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize olan güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada, bu tam inancımı yüce kurulunuza karşı, bütün ulusa karşı ve bütün dünyaya karşı ilan ediyorum.”
Saygıdeğer Efendiler, Başkomutanlığı fiilen üstüme aldıktan sonra birkaç gün Ankara’da çalıştım…
…Ondan sonra efendiler 12 Ağustos 1921 günü, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri ile Polatlı’ya cephe karargâhına gittim.
Düşman ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı yargısına varmıştık.
Bu görüşe dayanarak tam bir cesaret ile gerekli önemleri aldırdım ve düzenlemeleri yaptırdım. Olaylar görüşümüzü doğruladı. Düşman ordusu 23 Ağustos 1921’de gerçekten cephemize doğru ilerlemeye başladı ve saldırıya geçti. Birçok kanlı, bunalımlı evreler ve dalgalar oldu. Düşan ordusunun üstün grupları savunma hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Böylece ilerleyen düşman birliklerinin karşısına kuvvetlerimizi yetiştirdik.
Meydan savaşı yüz kilometrelik cephe üzerinde oluyordu…
… Savunma hattına çok umut bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için ülke savunmasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnmeyi yarlı ve etkili budum, dedik ki:
“Savunma hattı yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşı kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliği çekilmeye zorunlu olduğunu gören birlikler ona uyamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya zorunludur.”
İşte ordumuzun her bireyi bu sistem içinde her adımda en büyük fedakârlığını göstererek ve düşmanın üstün kuvvetlerini yıpratıp yok ederek sonunda onu, saldırısını sürdürme yetenek ve gücünden yoksun bir yoksun bir duruma getirdi.
Savaş durumunun bu evresini sezer sezmez hemen özellikle sağ kanadımızda Sakarya Irmağı doğusunda düşman ordusunun sol kanadına ve daha sonra cephenin önemli yerlerinde karşı saldırıya geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı. 13 Eylül 1921 günü Sakarya Irmağı’nın doğusunda düşman ordusunda eser kalmadı. Böylece 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bu günlerde dâhil olmak üzere “yirmi iki gün yirmi iki gece” aralıksız devam eden Büyük ve Kanlı Sakarya Savaşı yeni Türk Devleti’nin tarihinde dünya tarihinde pek az rastlanan büyük bir meydan savaşı örneği kaydetti.
… Saygıdeğer Efendiler, Biliyorsunuz ki savaş ve savaşmak demek; iki ulusun, yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün varlığıyla, bütün maddi ve manevi gücüyle karşılaşması ve birbiriyle vuruşması demektir. Bunun içindir ki, bütün Türk ulusunu cephede bulunan ordu kadar fikren duyarak ve fiilen savaşla ilgili kılmalıydım. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, ulusun her bireyi silahla vuruşan savaşçı gibi kedisini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddi manevi varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen uluslar savaşı ve savaşmayı gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar…
… Efendiler, diğer bir görevimizde, ordu içinde, savaşan birlikler arasında bizzat çatışmalara katılmak ve bizzat mücadeleyi yönetmekti. Bunu da gücümün yettiği ölçüde, hatta bir kaza sonucu sol kaburga kemiğimden biri kırılmış olmasına rağmen, bütün varlığımla en iyi şekilde yapmaya çalıştığımı sanırım.
Sakarya Savaşı’nın sonuna kadar askeri bir rütbem yoktu. Ondan sonra, Büyük Millet Meclisi’ne bana MAREŞAL RÜTBESİ İLE GAZİ ÜNVANI VERİLDİ.
GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
(NUTUK’TAN)