Geçtiğimiz yıllarda uzun yıllar çocuklara hizmet vermiş Yetiştirme Yurdu binası yıkılıyordu. Ölümü hatırlatırcasına… Ne kadar üzüldüğümü, hüzünlendiğimi anlatamam. Belki de “Alt tarafı eski bir bina, bunda üzülecek ne var ki!” Diye aklınızdan geçebilir.
Yarım asırdan fazla bir zamanda bir gönül efsanesi gibi kimsesizliği devlete mensubiyetlikle telafi etmeye, muhtaçlığı o çatının altında (olduğu kadarıyla) sevgi, şefkat ve aile sıcaklığını hissetmeye çalıştığı, eğitim ve meslek öğrenerek geleceğe umutla bakan çocukların, ayrıldıktan sonra da geride onca hatıraları bıraktığı koca bir ocak, ev, yuvaydı orası.
On beş yıl hem öğretmen, hem abi olarak çocuklarla yıkılan çatının altında birlikte yaşamış, aynı sofraya oturmuş, aynı havayı teneffüs etmiştik. Hayatın başlangıcında kader çizgisiyle aynı ritimle çarpan çocuk kalplerindeki sevinçleri ve kederleri birlikte paylaşmıştık. Onların gözlerindeki parıltıyı, masum bakışları, hüzünlü duruşları ve muzipçe şakaları, afacanlıkları, huysuzlukları, yaramazlıkları görüp bazen kızmış, bazen de gülmüştük...
Gönül imparatorluğunun çöküşü gibi harabeye dönmüş bina, kepçe darbeleriyle yıkılıp giderken geçmiş yıllardan kalan anıların izleri, sevgi, kardeşlik, arkadaşlık duyguları hüzünle yıkılacak, acı-tatlı ne varsa maziden kalan silip yok olup gidecekmiş gibi geldi, bana.
Gecenin sessizliğinde, karanlıkta yoklama alırken, yorganı başına çekmiş, incinmiş, içlenmiş, hasretini, hüznünü, çaresizliğin acısını yüreğine saklayarak, çocuksu hayallerin, hülyaların peşinde gizlice, hıçkırarak gözyaşlarını yastığına akıtarak uykuya dalan kim bilir kaç çocuk, o çatının altında rüyalarıyla umutlanmış uzakları yakın, yoğu var edip sevdiklerine kavuştuklarında sabahları tebessümle uyanmışlardır, bilinmez…
Zaman kıskacı içersinde mekânların insan hayatında özel olan hatıralarını muhafaza eden unsurlar gibi etkili olduğu hep bahsedilir. Özellikle dostlukların, kardeşliklerin, arkadaşlıkların, sevginin, saygının pekiştiği, kaynaştığı; hayırları, iyilikleri, sevapları çağrıştıran yerlerin insan hayatında unutulmaz izler bırakmasından olacak ki: Yıllar sonra Barla’ya döndüğünde gönüller sultanı, şefkat ve merhamet timsali, vefalı insan Bediüzzaman, vefat eden talebelerine ve dostlarına ait kapısı kilitli evleri görünce gözyaşlarını tutamayıp ağladığı anlatılar, hatıralarda…
Asırlık bir çınar gibi sessizce, kimsesizce veda edip ayrılığın eşiğinde, ya da ölüm öncesi sekaratta son sözlerini söyleyen yaşlı bir anne gibi o metruk bina, barındırdığı, içinde sakladığı onca çocuğa, ekmek kapısı olduğu çalışanlarına veda eder gibi virane duruşu, hüzünlü hali vardı. Sonra aniden gürültüyle yıkıldı, çöktü, yerlerde moloz yığını oluverdi. Duvarlarına, tavanlarına, salonlarına sinmiş çocuk nefeslerini, bakış izlerini, ağlama seslerini ve acı tatlı hatıraları da beraberine alarak veda edip ayrıldı.
Şimdi düşünüyorum da hani ağaçtaki kuş yuvasının bozulmasından bile etkileniriz, üzülürüz. Boş bir binanın encamına üzülsek de o binada yaşamış çocukların geçmiş yıllardan kalan güzel huyları, hasletleri, hatıraları, başarıları, katıldıkları hayat yolunda vefaları, dostlukları, eşiyle, çocuğuyla baba ocağına gelir gibi teşrifleri ve samimi sevgileri her şeye bedel… İdeal, iman, inanç ve gönül birliği gençmiş yıllardan kalan en büyük miras, sevinç ve teselli kaynağı olsa gerek.
Dünya metaı para, pul, servet, şöhret bir tarafa… Mademki bu değerler ve zenginlikler içimizi aydınlatan, ferahlatan tatlar, ballar, güzellikler… Binalar yıkılsa da “Kovanımız yağma olsun” Demeliyiz. Değil mi ki bir çok gönül zenginliklerinin anısı, huzuru, mutluluğu doldurmuş içimizi… Feda olsun her şey, demek geliyor içimden…