Fatma Zehra (Fatımatü'z-Zehra) Hanım, aslen Koniçeli olan Mutasarrıf Abdüllâtif Paşa'nın kızı, Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’in eşi, vatan ve hürriyet şairi Namık Kemal’in annesidir. Fatma Zehra Hanım’ın ve Namık Kemal’in Afyonkarahisar yıllarıyla ilgili bilgileri en veciz şekliyle Edip Ali Bakı'nın çalışmalarından öğreniyoruz.
Yüksek zekâlı, iyi huylu, âlicenap ruhlu, çevresine sevgi ve saygı telkin eden Fatma Zehrâ Hanım’ın babası Vali Abdüllâtif Paşa, annesi değerli bir hanımefendi olan Mahdume Hanım’dır. Bakı’nın tespitlerine göre Abdüllâtif Paşa, Eski Türk terbiyesi ve Tanzimat devrinin yeni fikirleriyle yetişmiş, zamanına göre mükemmel tahsil görmüş münevver eşi Mahdume Hanım ile birlikte biricik yavruları Fatma Zehrâ Hanım'ı okutup yazdırmışlar, zamanın revaçta olan bilgileriyle yetiştirmişlerdir. Canlı ve neşeli bir aile ortamında fevkalade yetiştirilen Fatma Zehrâ Hanım, çevresince sevilen kibar bir kız olarak büyümüş ve asil bir aileye mensup Mustafa Asım Bey’le evlenmiştir.
Kurulan bu yuvanın çok zeki ve yaramaz oğlu Namık Kemal küçük yaşlarında annesiyle birlikte Afyonkarahisar'a gelmiş; 8-9 yaşlarında buranın maddî ve manevî havasını teneffüs ederek büyümüştür. Namık Kemal, ilk şiir zevkini, ilk dinî ve edebî bilgileri annesinden, dedesinden, çevresindeki ve Afyonkarahisar Mevlevîhanesi’ndeki büyük zâtlardan almış; Mevlevîhane’deki Neyzenbaşı Coşkun Dede'den “sema” öğrenmiştir. Çocukluk yıllarında “Taşpınar” ve “Kadınana” suyunu içen Namık Kemal, bir süre Afyonkarahisar’ın sert kış günlerinde annesiyle birlikte sert ve yalçın Afyonkarahisar Kalesi’nin eteklerinde yaşamıştır. Diyebiliriz ki Namık Kemal, çelikleşmiş iradesinin suyunu, küçük yaşlarında annesi Fatma Zehrâ Hanım’dan, Afyonkarahisar'ın havasından ve suyundan; sertliğini ve mertliğini de kalenin taşından ve Afyon’un kışından almıştır.
Ailesi ve eşi tarafından aydın bir sülaleye mensup olan Fatma Zehra Hanım, çevresine ve Mevlevihane’ye büyük hayır ve hasenâtta bulunmuştur. Edip Ali Bakı’nın verdiği bilgilere göre vefatından evvel, kütüphanesindeki çok değerli kitapları Mevlevîhane Dergâhı Kütüphanesi'ne bağışlamıştır. Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesinde “Fatımatü'z-Zehra” adını taşıyan vakıf kitaplarının bulunuşu, Mevlevihane’deki kitapların bir kısmının veya tamamının geçerli sebeplerle buraya taşındığını göstermektedir. Edip Ali Bakı, bu vakıf kitaplardan hareketle Fatma Zehra Hanım’ın Farsça bildiğini veya Farsça ile de meşgul bulunduğunu, tasavvuf ilmi ile alâkası bulunduğunu tahmin ettiğini söyler ve netice itibariyle Zehrâ Hanım'ın münevver bir Türk kadını olduğunu yazar.
Edip Ali Bakı, kütüphanedeki yazma kitaplar arasında Feridüttin Attar'ın “Mantıku't-tayr” adlı kitabının baş kapağının içinde kalın bir sülüs yazı ile yazılmış bir kayıt dikkatini çektiğini, burada; “Vakfı Fâtımatü'z-Zehrâ binti 'Abdüllâtif muhassılı Kütâhya be-dergâhı şerif hazreti Sultan Dîvânî kuddise sırrehu (Sene 1264)” yazılı olduğunu, aynı kitabın bir iki yerinde “Fâtıma Zehrâ mührü”nün basılmış bulunduğunu, “mezar taşı ile bu kitaptaki târihlerin aynı olduğu”nu söyler.
Fatma Zehra Hanım’ın 1264/1847 yılının Ramazan bayramında vefat etmesi üzerine; mutlu ve neşeli aileyi sınırsız bir keder kaplar ve aile fertlerinin tebessümleri gözyaşına, kahkahaları hıçkırığa dönüşür. Abdüllâtif Paşa biricik kızı için gayet süslü nakışlarla işlenmiş, İstanbul'da hazırlanmış mermer sandukadan bir mezar yaptırır ve Fatma Zehra Hanım’ın naaşı Mevlevî Dergâhı'nın bahçesine defnedilir. Fatma Zehra Hanım bugün, Mevlevîhane’nin giriş kapısı önünde yatmaktadır. Mezara kitabe olarak, şair Mahvî’nin kıt‘a-i kebîre şekliyle yazdığı (“dü-tâ” tarih) vefat manzumesinde de Fatma Zehra Hanım’la ilgili belge durumunda bilgiler bulunmaktadır:
‘Abdüllatîf Efendi'nin duhter-i güzîni
Gurbetde kaldı mahzûn ol nâzenîn zîbâ
Bayram gicesi murg-ı rûhı uçunca ‘arşa
Rûz-ı sürûrı mâtem itdirdi bize hayfâ
Sûretde sâhib-i ‘iffet sîretde pâk-tıynet
Bu hüsnle felekde hîç görmemişdi dünyâ
Monlâ-yi Rûma bende olduğı şübhesizdir
Sultân Dîvânî huzûrunda idindi me'vâ
Dâmân-ı Fâtımayla Âl-i Resûle düşdi
‘Afv eyle yâ Gafûr ol bî-kes garîb Zehrâ
Göz yaşı ile yazdı Mahvî dü'âde (dü-tâ) târîh
Cennetde bula Zehrâ Hanım bekâ-yi ra‘nâ (Sene 1264)
Taşın kenarlarında güzel bir ta‘lik yazı ile yazılmış bilgiler de bulunmaktadır. Bir tarafında; Ricâl-i devlet-i âliyeden Karahisâr sâhib muhassılı sa‘âdetlü ‘Abdüllâtif Efendi'nin kerime-i muhteremeleri; diğer tarafında: Cennet-mekân firdevsi âşiyân merhûm ü mağfûrü'n-leh Fâtımatü'z-zehrâ Hanımın rûhı içün el-fâtiha (Sene 1264) yazılıdır.
Edip Ali Bakı, Afyonkarahisar’ın Kadınanaları’ndan Fatma Zehra Hanım’ın mezarı başında minnet ve şükranını şu şekilde sunar:
“Büyük ölünün mezarının ayak ucunda:
Aziz anne!
Sana minnet ve şükran borcumuzu sunmağa geldik:
Vatan mefhumunu bir ilâh derecesine çıkaran ve ona tapınmanın âyînini ilk defa bize öğreten Kemal'in annesi olduğun için...
Vatan ve hürriyet; bu ezelî ve ebedî iki mukaddes alevi kalbimizde ilk defa yakan Kemal'in annesi olduğun için...
Her şeyin devrildiği şu dünyada, tek başına ayakta kalan haşmetli faziletin en büyük mümessili Kemal, senin oğlun olduğu için...
Türk edebiyatında, asırlardan beri devam eden "Gül ve Bülbül" hikâyesini "Vatan ve millet" hâline sokan; tarihte hâl ve istikbalde eşi olmayan Türk askerinin kahramanlık destanını ilk evvel ilâhî bir vecd içinde yazan Namık Kemal olduğu için...
Hepimiz ve Kemal'in istediği feyizli ve mes'ut Vatan sana minnettardır.
Ey muazzez anne: Ebedî Gururuna bürünerek uyu...
Çünkü sen, Vatan sevgisinin kemâli olan Kemal'i doğurdun,
Ebedî Gururuna bürünerek uyu...
Yıllar geçtikçe, dâima tâze bir sevgiyle Türk nesilleri gelip ayak ucunda hürmetle eğilecek!
Ebedî Gururuna bürün ve gülümseyerek uyu!
Ey mukaddes ve aziz anne!"
Biz de yazımız münasebetiyle Fatma Zehrâ Hanım’ı, oğlu Namık Kemal’i, eşi Mustafa Asım Bey’i, babası Abdüllâtif Paşa'yı, annesi Mahdume Hanım’ı ve Edip Ali Bakı’yı rahmetle yad ediyoruz. Ruhları şad, mekânları cennet olsun (Geniş bilgi için bk. Edip Âli Bakı, Taşpınar (Ağustos 1941, S. 86, s. 1-8; Şubat 1942, S. 87, s. 5-7; Nisan 1942, S. 88, s. 71-73); Sarı, Afyonkarahisar Edebiyatı, s. 433-440).