Vücudunuz sağlıklı, ibadetleriniz makbul, dualarınız kabul, zamanınız ve sofralarınız bereketli olsun saygıdeğer okuyucularım. Allah’ımıza sonsuz hamd ü senalar olsun ki bir Ramazan-ı şerifi daha sağlıkla idrak etmek nasip oldu. Rabb’im cümlemize yeni Ramazanlara ulaşmayı nasip eylesin. Bundan 23 yıl önce “İrfan Sofrası” köşemde (16 Ocak 1999) de söylediğim gibi yıllarca, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde girdiğim Osmanlıca derslerinde incelediğimiz “Pembe İncili Kaftan”, “Üzümcü”, “Eski Ramazanları Yad” gibi metinlerden hareketle öğrencilerime, devlet saygısından, insan sevgisinden, mükemmel insan olmanın faziletlerinden; çalışkan, erdemli, vatanperver, âdil insan olmanın yararlarından bahsettim. Bu metinlerden biri, Refik Halit Karay’ın “Guguklu Saat” adlı kitabından alınan “Eski Ramazanları Yad” başlıklı metindir. Eski ramazanların manevi havasını, bayram sevincini ve çocukların ramazan heyecanını çok güzel anlatan bu metni sınıf dışına çıkarıp siz okuyucularımla paylaşmak istedim. Arap harfli metnin Latin harflerine aktarılmış şekli şöyledir:
“Ağla çeşmim, ağla, durma...”
“Evet, bilmem bu şarkı parçası nereden, nasıl birden bire aklıma geldi: “Ağla çeşmim, ağla, durma!” Saatler var ki kendime hâkim olamayarak muttasıl (aralıksız) onu tekrarlıyorum. Evde hem aşağı yukarı dolaşıyor hem de onu mırıldanıyordum. Ah, eski ramazanlar, çocukluğunun ramazanları. O zaman ramazan kışa, karlı buzlu günlere tesadüf ederdi, gözlerimi kapayıp çocukluğumun ramazanlarını düşünmek istedikçe ilk önce, daima şöyle bir manzara gördüm: Karayelin savurduğu parçalar altında gece, teravihten çıkan gamseleli (yağmurluklu) ve kukuletalı (başlıklı) bir siyah cemm-i gafir (insan kalabalığı)... Yerleri haşırdatan bir ayak sesi ve ardı arası kesilmeyen öksürükler! Bu oldukça korkunç ve oldukça heybetli manzaradan sonra yavaş yavaş ramazanın bütün safhaları canlanmağa başlar. Evvela arefe gününü hatırlarım, Eyüp’ü ve aile manzaralarını ziyarete gittiğimiz günü... Evde ramazan temizliği bitip kiler yerleştikten sonra hamam yanardı, ramazan hamamı... Bu yirmi dört saat, geceli gündüzlü sürer, bütün ev halkı, uzak, yakın akraba, hatta komşular da girerdi. Artık başka iş kalmazdı. Arefe günü erkekler bir taraftan, kadınlar öbür taraftan, muhakkak, Hazreti-i Halid’i ziyarete gitmek mutattı (alışılmış). Türbeden evvel mezaristana uğrardık; Edirnekapısı haricinde aile mezarlığı, öyle hatırlıyorum ki; yalnız başıma oracığı, el’an (şimdi) bulmaya imkan yoktur. Bu serseri ve mezar taşı ormanının kuytu, uğultulu, ücra bir kenarında i’mar ve tezyin (süsleme) görmemiş yosunlu kırlar... Orada okur, üfler, yüreğimizde aynı zamanda bir genişlik ve kasvet duyardık. Galiba vazifemizi yapmaktan mütevellit (doğan) bir ferah ve ölüme yakın bulunmaktan mütehassıl (meydana gelen) bir melâl (sıkıntı) aheste aheste arabalarımıza binerdik. Bu ne büyük, ne ucu bucağı bulunmaz bir servistandı... Ta Eyüp’e kadar loşluk, uğultulu ve yalnızlık içinde, konuşmak cesaretini bulamayarak, adeta pür-huşû (gönlü Allah saygısıyla dolu olarak) gelirdik. Orada bizi hayat birden karşılar, kucaklardı: Oyuncakçı dükkânları, şekerciler, kahveler ve dilenci kafileleri... Türbenin avlusuna ne güçlükle, itişe kakışa girilirdi... İğne atsan yere düşmezdi, fakat kumrular yine dolaşacak yer bulur, o gün darı yemekten kursaklar heybe gibi şişerdi. Hanımlar türbeye girmezlerdi, dışarıdan hacet penceresinde okuyup geri dönerlerdi. Erkeklerle gittiğim zaman ta gümüş işlemeli sandukaya kadar, pür-hürmet ü ta’at (saygı dolu ve ibadet ederek) yürür, inleye inleye, hatta gözümüzden yaşlar gelerek Allah’a yalvarır şükr eder ve geri giderek dışarı öyle çıkardık. O zaman sadaka sırası gelmiş olur, etrafımızı pelâs-pâreler (eski püskü) giymiş koca karılar sarar, hepsine çil guruşlar dağılırdı. En’am satan ihtiyar bir hacıya, tespihçiye ve darı dağıtanlara da uğrar, onların da gönüllerini alırdık. Sonra Unkapanı caddesinden, Cibali’ye, Balat’ı geçerek bir eğlenceli kalabalık yol başlardı. Ben en çok orada eğlenirdim: Kürklü Yahudiler ve atkılı kızlar seyrederek...
Geçen sene, on yıllık bir fasılayı müteakip arefe günü yine Türbe-i Halid’i ziyarete gittim: Avlu bomboştu, şadırvanda suların sesi ve kovuklarda kumruların dem çekişi işitiliyor. Kapıda tek bir araba, benim arabam bekliyordu. Gönlüm hüzünle, öksüzlükle doldu. Bu kadar az zamanda bu ne büyük tebeddüldü (değişimdi)!. Biz oraya kar fırtınaları içinde koşar, giderdik; şimdi bahar ve güneş içinde bile gelen yoktu, ne diyeyim: Ağla çeşmin, ağla, durma!...
Ramazanın on beşinden sonra yine böyle bütün ev halkının ihmal edemeyeceği bir ziyaret vardır. Hırka-i Şerif ziyareti. Bunun içinde tertemiz hazırlanır, yola gönüllerimiz zikir ve ibadetle taşkın, öyle çıkardık. Fatih’i geçerek bazı dar sokaklardan dolana nihayet beyaz bir caminin önüne varırdık. İnsan yığınları arasından yol bulup kapıya yanaşmak ne güç işti... Nihayet, zor zar girer, bembeyaz hasırlı yollardan yürüyüp yeşil atlastan bir mübarek bohçaya yüz, göz sürerdik. Dışarıda halk kaynaşırdı, fakat bu hücrede ve ona müntehi dehlizlere uhrevi bir sükûn hükmederdi. Çıkarken bir müddet, yine geri geri yürürdük, işte o zaman çocukluğumun en heyecanlı bir demi başlardı: Avluda uzun uzun pul şişelere doldurulmuş rengarenk boyalı sular satarlardı. Bunlar ne idi? Manâsı hoşluğu neresinde idi? Onu el’an (hâlâ) bilmiyorum, tahmin ediyorum. Gayet ipdidai bir nev’i (çeşit) oyuncak veya süstü, fakat devrin bütün çocukları önünde dikilir kalır, almayınca gitmezdi. Bana:
-Haydi, üç tane seç bakalım: derlerdi. Bir mor, bir turuncu, bir de sarı seçerdim; yol bana uzun görünürdü, ah bir eve varıp oynamağa başlasam. Fakat bu şişelerin oynamağa yarar hiçbir meziyeti yoktu. Hemen sularını musluğa boşaltırdım; geriye renkli, dalgalı ve ağız tarafı kırık sakil (can sıkıcı), biçimsiz camlar kalırdı ve elimi bir yerimi kesmesin diye onları da usulcacık alıp atardılar. Fakat o beş on dakikalık heyecan ne güzel şeydi ve yeni bir ramazanı yeni bir Hırka-i Şerif ziyaretini bana ne sabırsızlıkla bekletirdi.
Kim bilir, şimdi, orası da ne bomboştur... Belki o renkli şişeleri yapan ve alan da kalmamıştır. Ah, ne diyeyim: Ağla çeşmim ağla, durma!”
Mübarek ramazanla ilgili olarak Refik Halit Karay’ın anıları gibi hepimizin anıları vardır muhakkak. Ramazan hazırlığı olarak ev ve cami temizliği; pişirilen ramazan yufkaları; minareden okunan ezanlar, salalar, ilahiler; gaz lambaları altında kılınan teravih namazları; ramazan boyu yapılan ve akşam namazında cami önünde dağıtılan lokmalar; kalabalık “iftar” sofraları; yarı uykulu, ama kalkmak için can atılan “sahur” vakti, tiridinden hoşafına doğal yiyecekler; “imsak” vaktini haber veren minareden okunan -çoğumuzun ilk defa duyduğu- Yunus Emre ilahileri; saatleri, dakikaları sayarak heyecanla “iftar” vaktini beklemeler; teravih namazı için cami cami dolaşmalar; ramazanın son günlerinde “sakalı şerif” merasimleri, kılınan tespih namazları ve heyecanla aşkla beklenilen bayram namazı ve bayram günleri...
Sebebi belki “pandemi”ye bağlanacak, ama maalesef bu ramazan camiler boştu. Altın, bisiklet de dağıtsak -ki bence yanlış bir uygulama- çocuklarımızı ve gençlerimizi camiye çekemiyoruz. Üzerinde samimiyetle durmak gerekir...
Bayramınızı kutlar; dost ve sevdiklerinizle sağlıklı ve huzur içinde bir bayram geçirmenizi dilerim kıymetli okuyucularım.